Paskalya Adasını hiç duydunuz mu? Paskalya Adası Pasifik Okyanusu’nda şu an çorak toprakların ve eski bir medeniyetin kalıntılarının bulunduğu bir ada. 12. yy’da Rapa Nui yerlileri bu adaya adım attıklarında palmiye ağaçlarıyla dolu bir cennet gibi bir mekanla karşılaşmışlardı. Yerliler ağaçları kesip kendilerine yaşam ve tarım alanı açmış, balıkçılık yapmış ve muhtemelen onlara bereketli topraklar bahşeden atalarına olan şükranlarını ifade etmek için devasa taş heykeller inşa etmişlerdi. Rapa Nui’lerin medeniyetleri gelişiyor ve nüfusları giderek artıyordu, artan nüfusun talebini karşılamak için daha fazla ağaç kesilip, ormanlar yakılıyordu. Fotoğrafta gördüğünüz taş heykellerin de ağaç kütükleri üzerinde taşındığı tahmin ediliyor.
Adada sınırlı bir ağaç sayısı var ve halkın o ağaçlara ihtiyacı var. Yerliler göz göre bütün ağaçları yok etmemiş, son ağaç olduğunu bile bile kesmemiştir değil mi? Tam da öyle yaptılar, göz göre göre doğayı tahrip etmeye devam ettiler ve kıtlık sonucunda medeniyetleri yok oldu. Yok oluşa doğru giderken binbir zahmetle yaptıkları taş heykelleri de tahrip etmeye başladılar belki de Tanrıları ya da ataları onları korumadığı, kaşiflerin adalarını ziyaret ettiğini gördüklerinde o kadar da ayrıcalıklı ve özel olmadıklarını anladıkları için kızdılar.
Bu başlangıçta oldukça garip geliyor. Nasıl bile bile sınırlı kaynaklarını tükettiler? Daha fazla kano yapamayıp odada sefalet çekeceklerini bile bile son kanolarını yapmaya devam ettiler? Aslına bakılırsa tarihe baktığımızda birçok medeniyetin benzer bir süreçten geçtiğini, her seferinde doğadan aldıklarının bir gün sonu geldiğini ve yok olduklarını görüyoruz. Bunları Ronald Wright’ın İlerlemenin Kısa Tarihi adlı kitabından öğrendim ve şu an içinde bulunduğumuz durumu düşünmeden edemedim.
Wright yıkımın iki şekilde olduğunu söylüyor; sosyal sermayenin tükenmesi ve doğal sermayenin sermayenin tükenmesi. Sosyal sermaye tükendiğinde devrimler olur. İktidar ve sistem değişse de uygarlık varlığını korur. Doğal sermaye tükendiğinde ise bütün uygarlık yok olur çünkü doğal kaynaklar tüketildikleri hızda yenilenmezler. Uygarlık sömürdüğü doğal kaynakların sonuna geldiğinde zirvededir ve ardından çöküş başlar. Peki zirveye çıkarken sonunun geldiğini düşünmez mi?
Bugüne gelelim. İklim değişikliği çok ciddi bir gündem olmasına rağmen yıkımı sürdüren politikalar destekleniyor ve bu konuda uyarı yapmaya çalışan kişilerle “duyar kasan” etiketi yapıştırılarak susturuluyor. Böyle devam edersek bütün insanlığın yok olacağı bir gerçek ama tüketmeye ve çoğalmaya devam ediyoruz. Bizim Rapa Nui’lerden ne farkımız var? Son gün gelene kadar bilim bu sorunu çözecektir diye mi düşünüyorsunuz? Belki onlar da böyle düşündü. Her ne kadar etrafımızda felaketler de olsa, mantığımız bunları idrak etse de herkes kendisini özel hisseder, ağır bir travma yaşayana kadar bir şekilde felaketlerden sıyrılabileceğine inanır içten içe. Başka türlü yaşayamaz. Felaketin kıyısındaki bütün uygarlıklar Tanrı’larını bir gün onları kurtaracağı fantezisiyle yaşamış olabilirler. İnkar çok güçlü bir savunma mekanizmasıdır, baş edemediğimiz her an gerçekleri inkar ederiz. Bastırdığımız her bir duygu bizi daha çok kovalar, daha fazla yıkıma sürükler.
Tıpkı bireysel olarak kaçtığımız sorunlar onların daha çok büyümesine hizmet ediyorsa felaketleri inkar etmek de böyledir. Neden mülteciler bu kadar çok çocuk yapmaya devam ediyor? Cinsellik çok ilkel bir içgüdüdür, insanların kendilerini güvende hissetmediği ortamlarda doğum oranları artar. Güvende hissedemezsek, içinde bulunduğumuz durumun acı gerçekleriyle yüzleşmezsek akılcı önlemler alamayız. Ne yapmam gerektiğini biliyorum ama yapamıyorum dersiniz çünkü panik halindesiniz. Belki Rapa Nui’ler de korktukça daha fazla heykel yaptı ve onları taşımak için daha fazla ağaç kesti. Sorun çukurunun içinde debelendikçe daha çok batarız, siz de şu an kendi hayatınızda soruna hizmet eden davranışları çaresizce tekrarlıyor ve kendinize kızıyor olabilirsiniz.
Siz güvende hissediyor musunuz? İklim krizi ve doğal afetlerin kıyısında yaşıyoruz. Türkiye enflasyon rekorları kırıyor. Yönetim adeta bütün mesaisini en irrasyonel politikayı uygulamak için harcıyor. Gittikçe batıyoruz, son ağaçları kesiyoruz. Barajları, gölleri kurutuyor, devasa taş heykeller değilse de yıkılacağını bildiğimiz binalar inşa ediyoruz. O esnada mahsuller yanıyor, insanlar ölüyor ve her şey git gide daha da akıl almaz bir hale gidiyor. Doğal kaynaklarımız büyük oranda tükenirken sosyal kaynaklarımızın tükenmiş olduğunu sanıyorum. Acaba gerçekten öyle mi?



Don’t Look Up filmi çokça eleştirilmişti ama şu an geldiğimiz durumu düşününce en az oradaki kadar trajikomik bir durumun içinde görünüyoruz. 6 Şubat depreminin açtığı derin yaralar sarılmamış hatta üzerine tuz basılmışken, İstanbul’da büyük bir deprem beklenirken biz ne yapıyoruz? Tıpkı dünyaya çarpacak kuyruklu yıldızın insanlığın sonunu getireceğini inkar eden ve bir şey yapmayan o gülünç karakterler gibi bir adam çıkıp ben kaslıyım deprem olmayacak diyor ve insanlar yıkılacaklarını bildikleri evlerinde oturmaya devam ediyor. Burada sorun elinden hiçbir şey gelmediği için gerçeği inkar eden insanlar değil tabii ki. Umuda ihtiyacımız var ama bize umut veren kişiler gerçeği inkar edip üzerine tuz biber eken politikacılar olunca bu ihtiyaç bizi yok ediyor. Tekrar, sorunu inkar etmenin bizi nasıl felakete sürüklediğini görüyoruz. Komik bulduğum bir başka şey ise, felaketin kıyısında olan bir toplumun devasa yapılar inşa etmeye başladığını öğrenmem. İktidar bunlarla kendi gücünü ispatlamaya çalışıyor. Yollar, köprüler, devasa havalimanları, saraylar, betonlar… Tanıdık geliyor mu?



Ben bütün bu kötülüklerin bilinçli olduğunu düşünmeye başlamıştım çünkü bu kadar zararı bu kadar saçmalığı başka türlü açıklayamıyordum ama şimdi anlıyorum ki yıkıma giden bir toplumun sıradan aptallığıymış. Belki daha karmaşık daha medeni de olsa o ilkel toplumlar ne yaşıyorsa aynısını yaşıyor, toplumsal olarak birebir aynı savunma mekanizmalarını kullanıyormuşuz. Ama benim de umudum var. İnsanlık kültürel olarak da evrilmeye devam ediyor. Nasıl ki travmalar kuşaklar arası aktarılsa da bir gün biri onunla yüzleşmeye başladığında aktarım döngüsünü kırabiliyorsa biz de bize miras bırakılan yıkım döngüsünü kırabiliriz ama tek başına değil. Bu toplumsal bir miras ve onun esaretinde birlik olarak kurtulabiliriz. “Kurtuluş yok tek başına. Ya hep beraber ya hiçbirimiz!

Yazar burada tek kalırsak bu karakterler gibi çıldıracağımızı anlatmaya çalışıyor. Birlik olup iktidarlara yaptırım uygulamalı ya da onları değiştirmeliyiz. Zaten bütün anlaşma bu değil miydi? İlginç bir biçimde hakkımız olanı ifade etmek dünyanın en radikal söylemiymiş gibi bir etiket yiyoruz. Bahsettiğim şey tatlı mı tatlı bir demokrasi, daha fazlası değil.
İletişim bu kadar kolaylaşmışken önümüze ne kadar engel konulsa da birlik olmamız çok daha kolay. Peki nasıl kıracağız bu döngüyü? Tıpkı terapi odasında yaptığımız gibi, yüzleşerek. Korkularımızla, başımıza gelenlerle ve olan bitenin bizi nasıl içten içe çürüttüğüyle yüzleşerek, kabul ederek, konuşarak ve şahitlik ederek. Artık bize faydası olmayan kutsalları beslemeyip akılcı adımlar atarak. Biz bu topraklarda birçok doğal yapıyı, malımızı, umudumuzu, güvenimizi ve evlatlarımızı kaybettik… Çok fazla şey kaybettik, çok fazla haksızlığa maruz kaldık, çok göz yaşı döktük. Bunların hepsi çok ama çok ağır. İnkar etmeyi bıraktığımızda haklı öfkemiz gelecek onu ifade edeceğiz, kayıpların yarattığı boşlukları bağrımıza basıp daha fazla göz yaşı dökeceğiz, yalnız değiliz bu acı ortak. Gözyaşlarımızın aktığı yerden yeni tohumlar filizlenecek bunu tek başına değil hep beraber yapabiliriz. Birlik olduğumuzda devam etme gücünü bulabiliriz. Bu nedenle bir araya gelmenin ve paylaşmanın önemini görmezden gelmeyin. Emin olun paylaşımın olduğu yerde yıkım değil, yapım vardır. İnsan sosyal bir canlıdır. Anlaşıldığında ve destek gördüğünde çözüm üretmeye başlar. Umudunu kaybetmeyen mücadeleci ruhlara selam olsun, onlar olmasaydı ben de karamsar olurdum, iyi varlar, iyi ki varsınız. Gözünüzü açın ve etrafınıza bakın. Yalnız değilsiniz.